22 Kasım 2020, Cumartesi
saat: 05:45


TOFU

“Hem de parafin içermiyor.” dedi Şeyma müşterisinin gözüne içine bakarak. Elindeki plastik kutuyu uzatttı ve “Rahatlıkla çocuğunuzun mamasında takviye olarak kullanabilirsiniz. Hatta ben ıslak hamburgerlerin içine de koyuyorum.” dedi.
Şeyma’yı tanıyan 100 kişiye kimdir bu Şeyma diye sorsanız, ilk söyleyecekleri “eczacı” olacaktır, evet Şeyma şu hayatta öncelikle bir eczacıydı. Ama Şeyma kendisini absürt bir düşsever olarak tanımlıyordu. Islak hamburger analojisi söz konusu 100 kişiye saçma gelebilir ama Şeyma’nın turnusolu buna benzer şeylerdi işte.
Şüpheci müşterinin alt dudağı üst dudağını baskılayarak tüm evrene ben bu işten emin değilim mesajı veriyordu. Ama alt dudak ısrarcı olmadı ve serbest bıraktı üst dudağı. “Peki sarın lütfen, marula. Marula sarınca organik bir taşıma oluyor. Çantasından henüz gün görmemiş bir deste marul yaprağı çıkardı ve bir tanesini Şeyma’ya uzattı. Şeyma marulla konuşur gibi yaparak, “gel bakalım, demek poşet gibi de kullanılabiliyorşun şeeen” şeklinde gereksiz bir şirinlik yaptı. Müşteri boka bakar gibi bakıyordu bu esnada. Bu kez sağ üst dudak tepki vermiş ve sanki görünmez bir ip yardımıyla yukarı doğru gerilmişti.
Bayılıyordu dudağıyla kendi niyetini okutmaya müşteri. Bu da başka bir üç kelimenin ana aktörü olsun. Şimdilik sahnesi bittiği için benden işareti aldı ve dükkandan çıktı gitti.
Şeyma müşterisini gönderdikten sonra bir yarım saat kadar dükkana giren olmadı. Şeyma o yarım saat içinde Hindistan’daki bir tapınağa, oradan Uzakdoğu’nun bilinmeyen bir köşesindeki bambu ağacının tepesine, sonra da basurlu eniştesinin yazıhanesine basur ilacı götürdüğü ana gitti. Şeyma düşlerinde seçici değildi. Her ne geliyorsa karşısına reddetmiyordu. Düşleri nefes alsın yeterdi.
Yarım saatin sonunda yavaş yavaş kendine gelir gibi olduğu bir anda camekan önünde bir adam belirdi. Adamın başında hasırdan bir şapka, ağzında bir soya filizi, göğüs hizasında boyundan asılı bir tabla vardı. Tablanın içinde iki tavşan oynaşıyordu. Tavşanlardan birini az önce düşünde basur ilacı götürdüğü eniştesine benzetti. Az rastlanır bir biçimde tavşanın esmer bıyıkları ve çürümüş ayrık ön dişleri vardı. Aynı Rasim enişte işte, yavşak yavşak gülüyor bu da. Adam camı tıklattı. Eliyle havaya bir dikdörtgenler prizması çizdi. Bir şeyler anlatmak ister gibiydi. Şeyma ne dediğinizi anlamıyorum der gibi elini iki yana açtı. Sonra kapıya doğru gelirseniz ne dediğinizi daha iyi anlarım hem de daha iyi iletişiriz der gibi bir hareket yaptı. Evet bir hareketiyle bunu diyebildi, pandomim sanatı için avangard bir hareketti bu. Adam zor bela anladı bu jesti ki, kapıya doğru yöneldi. Tablasında tavşanlarıyla birlikte hiç acele etmeden kapının önüne kadar geldi. Bir süre kapıda sessizce durdu. Bir kovboy gibi elleri iki yanından sarkıyor ve uzun bir sessizliği yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyordu. Sessizliği Şeyma bozdu. “Yardımcı olabilir miyim?”
“Benimle gel” dedi adam dışarıda duran mavi motorsikleti göstererek. “Seni tarlalara götüreceğim. Tofu tarlalarına gideceğiz birlikte. Bu senin kaderinde var.”
Dediklerinizden hiç bir şey anlamadım ama bu çok iyi. Tarlalara gitmeden önce tüm normal insanların soracağı 3 sorum var ama cevaplarını istemeyeceğim. Sonrasında birlikte buradan tarlalara gideceğiz.
Siz kimsiniz?
Neden tarlalara gidiyoruz?
Rasim eniştemin o tablada ne işi var?

Hasır şapkalı adam “güzel” dedi sadece. Sonra ikisinin de gözünde bir ışıltı belirdi. Çünkü ikisinin de aklına tofular geliyordu. Bembeyaz, harika dokusu olan ve leziz tofular.

Çıkmadan önce Rasim Enişteye benzeyen tavşanı dükkanda bırakmamız gerek dedi adam. Niye diye sormadı Şeyma, zaten gözü sürekli takılıyordu tavşana, onun yüzünden anda kalamıyordu.

Sanki yıllardan beri tarlalara gitmek ister gibiydi Şeyma, hani aylarca palnladıkları yurtdışı seyahatini bekleyen conciler gibi bir hal içindeydi. Concilerle hemhâl içinde atladı hasır şapkalı adamın motoruna. Şehir dışına çıkan otobana doğru saptılar. Bu yol kilometreler boyunca giden uçsuz bucaksız tarlalara arkadaşlık ediyordu. Şeyma’da hasır şapkalı adama arkadaşlık ediyordu. Tam bir tamamlanmışlık hali vardı bu durumda. Şeyma gözündeki perde kalkmış gibi hissediyordu. Hasır şapkalı adamla yol boyunca hiç konuşmadılar, sanki yıllardır bu yolu konuşmadan gidiyor gibiydiler. Şeyma mutluydu.

Sırasıyla soğan, buğday, kabak ve domates tarlalarını geçtiler. Tofu tarlası diye bir şey duymamıştı daha önce Şeyma ama tofunun da tarlası mı olurmuş da dememişti. Bu konularda bilgisiz bir görgüsüz gibi görünmek istemiyordu. Ama bilgisiz bir görgüsüz olarak biraz meraklı ve biraz heyecanlı tarlalara koşuyordu. Tofuyu tarlada görmekten ziyade yolda, bu garip adamla motorun arkasında olmak ve hiç konuşmadan hedefe ilerlemek iyi gelmişti. “Ne eczacı, ne kadın, ne akraba ne de arkadaşım şu anda, sadece meraklı bir tofuseverim.” diye düşündü. Tofu özgürleştirmişti Şeyma’yı.

Bir tofu tarlasının önünde durdular. “İşte sana vadettiğim tarla, hadi biraz daha yakına gidelim mi?”

“Olur.”


“Ne biçim ilaç vermişin Şeyma, mahvetti beni. Battıkça battı, kaşındıkça kaşındı delirdim evde. Başka basur ilacın yok mu?”

Şeyma dakikalarca suyun altında kalmış da, son saniyede kendini kurtarmış gibi derin bir nefes alarak kendine geldi. Etrafta ne bir tarla, ne bir tofu, ne de hasır şapkalı adam vardı. Rasim Eniştesi elinde ilacıyla karşısında duruyordu. Çabucak toparlandı:

“50 metre ileride sağda bir Çin lokantası var. Tofu diye bir yiyecekleri var, basura çok iyi geliyormuş. Günde 2 öğünden 3 gün üst üste yiyince basur falan kalmıyor. Gidelim mi?”

etyen.









istanbul
hosting