18 Mart 2025, Salı
![]() saat: 16:15
![]() PENCERE KENARI "Kazanmayı değil, kaybetmemeyi seviyorum. Bu kulağa biraz kibirli gelebilir." Dedeme söylüyorum bunu, ama aslında kendi kendime konuşuyorum. Dedem, hastane odasının köşesindeki tekli koltukta oturuyor, televizyonu açmış, kanalları değiştiriyor. Dedeme bir şey söylediğimde genellikle tek bir tepki veriyor: Gülümsüyor. O gülümseme tam olarak ne anlama geliyor, bilmiyorum. Kesin olan şu ki dedem, bu kanaldan başka bir kanala geçecek, sonra başka bir kanala ve bana dönüp hep gülümseyecek. Melankoli ve sınırsız üzüntü. "Kibirli değil," diyor dedem, televizyona bakarken. "Temkinli." Bacağımdaki alçıyı, üzerime yayılmış hastane kokusunu ve oniki gündür aynı duvarlara bakıyor olmayı unutuyorum bir an. Dedem, beni şaşırtmayı hâlâ başarıyor. "Dedeciğim, fark ettin mi bilmiyorum ama..." "Neyi?" "Odadaki en akıllı kişi sensin." Gülümsüyor yine. Sonra cebinden bir kağıtlı şeker çıkarıp bana uzatıyor. Kağıtlı şekerler dedemin cebinden hiç eksik olmaz. Seksen dört yaşında ve hâlâ şeker yemeyi seviyor. Hayır diyemiyorum, uzanıp alıyorum. "Motora bindiğimde kaskımı takmamanın cezasını çekiyorum işte," diyorum. "İki ay önce Bostancı sapağında kırmızı ışıkta beklerken kuralları takmıyordum, hatta bundan hoşlanırdım da . Şimdi alçının içinde terleyen bacağımı seyrederken uslu uslu kuralları düşünüyorum." "İyi oluyor," diyor dedem. "Kuralsız olmak, düşmek demektir." "İlginç bir tespit." "Baban da hep düşerdi." Şekeri kağıdından ayırıp ağzıma atıyorum. Dedem televizyonda bir belgesel açıyor, foklar var ekranda. Konuşmak istemediğini anlıyorum. Bugün yirmi üç derece. Hastane penceresinden görünen kavak ağaçlarının hafif hafif sallandığını görüyorum. Saat üç buçukta, onu on iki saniye boyunca göreceğim. Her gün aynı saatte, üç buçukta. Alçım çıkarıldığında ilk iş olarak ne yapacağımı biliyorum. O kavak ağaçlarının yanına gideceğim. Sakat adamın arzu nesnesine dönüşmüş, her gün benim için on iki saniye yaşayan bu hemşireyi arayacağım. Dün aynı saatte pencereden tekerlekli sandalyedeki hastasını gezdiren hemşireye bakarken, dedem de arkamda durmuş, benim baktığım yere bakıyordu. "Güzel kız," demişti. "Benim için değil," demiştim. "Benim için güzel olan, zamanlaması. Her gün saat üç buçukta tam bu pencereden geçiyor. Saatin kolu gibi." "Senin saatin de çalışır yakında." "Ne demek o, dede?" "Alçını çıkarırlar, yürürsün." ______________ Uyandığımda saat üçe beş vardı. Dedem koltuğunda uyuyordu. Pencereye yöneldim. Bugün on ikinci gündü. On iki gündür, saat üç buçukta, hastane penceresinin bana gösterdiği dar açıdan, tekerlekli sandalyedeki hastasını gezdiren hemşireyi izliyordum. Bugün de izleyecektim. On iki günlük bir gözlemden sonra, hemşire hakkında bildiğim şeyler şunlardı: Uzun boylu, kızıl saçlı, yürürken hiç etrafına bakmayan bir kadın. Tekerlekli sandalyedeki yaşlı adam – her gün aynı adam mıydı, emin değildim – ne zaman bir şey sorsa, hemşire durup ona bakıyor. Ağzı her zaman kapalı. Hiç gülmüyor. Ona "açı hemşiresi" adını verdim Açı hemşirem? Acı hemşirem? Neyse, neyse. Pencereye doğru yürüdüm, tam zamanında oraya vardım. İşte geliyordu. Bugün saçını toplamıştı. Tekerlekli sandalyedeki yaşlı adam bir şey sordu, hemşire durdu. Ama bu sefer farklı bir şey oldu. Hemşire başını kaldırdı ve benim bulunduğum pencereye baktı. Göz göze geldik. On iki saniye içinde geçip gitti. Sonra gözden kayboldu. Ama bakmıştı. Bakmıştı değil mi? "Dede, uyan!" Dedem irkildi, gözlerini açtı. "Ne oldu?" "Beni gördü!" "Kim?" "Hemşire, açı hemşiresi! Baktı!" "İyi yapmış," dedi dedem ve tekrar gözlerini kapattı. Ben pencere kenarına oturdum ve hemşirenin geri döneceği saati hesaplamaya çalıştım. Genellikle turunun kırk beş dakika sürdüğünü biliyordum. Dört on beşte tekrar geçecekti penceremin önünden. "Dede, bir şey fark ettim. Kaybetmemeyi sevdiğimi söylemiştim ya sana..." "Hıı..." "Kaybetmemek yetmez, kazanmak istiyorum. Çıkışta onu bulup teşekkür edeceğim." Dedem gözlerini açtı ve doğruldu. "Ne diyeceksin?" "Diyeceğim ki, teşekkür ederim, bu zorunlu ziyaretime renk kattınız. Her gün sizi izlemek beni ayakta tuttu." "Olmaz," dedi dedem. "Korkutur." "Haklısın," dedim. "O zaman ne diyeyim?" "Kağıtlı şeker ver." ______________ Yirminci günümdeyim hastanede. İki gün sonra taburcu olacağım. Dedem, bugün öğleden sonra eve gidip temiz kıyafet alacağını söyledi. Hastanenin önünden otobüse binip gitti. Saatin üç buçuk olmasına beş dakika vardı. Hemşire yarın izinliymiş. Nereden mi biliyorum? Dün, pencerenin önünden geçerken tam o açıda durdu ve bana baktı. O bakışında bir veda havası vardı. Şimdi pencere kenarındayım ve onu bekliyorum. Pencereden aşağı bakıyorum. Kavak ağaçları, rüzgarda hafifçe sallanıyor. Pencerenin açısından bir bank görünüyor, güneş tam üzerine vuruyor. Açı hemşiresinin o bankta oturmasını isterdim. Ama oturmuyor, hiç oturmuyor. Zamanı yok. Saat üç buçuk oldu. Gelmiyor. Üç otuz bir, üç otuz iki... Dakikalar geçiyor. Bugün gelmeyecek. Belki de başka bir hasta vardır. Belki de başka bir rotaya geçmiştir. Belki de o benim onu izlediğimi hiç bilmiyordur. Akşama kadar pencerenin önünden ayrılmadım, belki görürüm diye. Dedem döndüğünde beni yine pencerenin önünde buldu. "İyi misin?" diye sordu. "Gelmedi bugün dede." "Üzülme. Hasta yoktur." "Hasta hep aynı değil mi?" "Bilmem. Benim hastam sensin." Dedem odanın köşesindeki koltuğuna oturdu. Cebinden bir kağıtlı şeker çıkardı ve bana uzattı. Uzanıp aldım. "Yarın da izinliymiş," dedim. "Nereden biliyorsun?" "Dün bakışından anladım. Baktı ve gülümsedi bana." "Güzel," dedi dedem. "Güzel kızlar hep güler." "Sana bir şey söyleyeceğim, dede." "Söyle." "Dün, hani o hemşireyi izlerken..." "Hı?" "Ben ona el salladım." "Eee?" "O da bana el salladı." "Seni görmüş demek." "Pencereyi işaret ettim, sanki gel buraya der gibi." "Büyücü müsün sen?" "Anlamadım, dede." "Cama çarpmaz mı kız?" Gülüyorum. Dedem saçmalıyor ama beni güldürüyor. "Bugün de gelirdi ama," dedim sonra. "Gelmez," dedi dedem. "Korkmuştur." "Korkacak ne var? Hasta ziyareti." "Tamam, gelecek. Yarın." "Yarın izinliymiş." "Perşembe çıkıyorsun. O gün Kızıltoprak’ta o eski pasajda seni bekliyor olacak." "Nereden biliyorsun?" "Ben söyledim ona. Bugün durakta karşılaştık. Kızıl saçlı, mavi gözlü, uzun boylu." "Onunla mı konuştun?" "Konuştum." "Ne dedin?" "Torunumu beğendin mi?" "Sonra?" "Başını salladı." "Sonra?" "Eve gittim. Temiz kıyafet aldım." "Perşembe günü Kızıltoprak’ta buluşacağız, öyle mi?" "Öyle dedi." İnanmıyorum dedeme. Hemşire bugün hiç gelmedi. Belki yarın da izinli olacak, eski pasajın orada beni bekliyor olmayacak. Dedem bunamış olabilir. Ama ben bunun bunama olmadığını biliyorum. Dedem beni neşelendirmek istiyor. Yirmi ikinci günümdeyim hastanede. Bugün taburcu olacağım. Dedem, odaya girer girmez bana bir gömlek uzatıyor. "Çıkıyorsun bugün," diyor. "Evet," diyorum. "Mutlu musun?" "Çok mutluyum." "Ya hemşire?" "Bugün izinliymiş." "Belki de beni bekliyordur, Kızıltopraktaki pasajın orda." "Olabilir," diyor dedem ve gülümsüyor. O gülümseme tam olarak ne anlama geliyor, bilmiyorum. "Dede?" "Efendim?" "Sence var mı öyle bir hemşire?" "Var tabii," diyor dedem. "Pencereden bakıyordun ya." "Belki de ben hayal ediyordum." Dedem susuyor. Sonra, 50 yaşındaki dedem oluyor birden. "Kazanmayı sevmiyorsun ama, çaban takdire şayan" diyor dedem. "Kaybetmemeyi seviyorum," diyorum. "Belki de benim kazancım bu hayaldir." etyen. | ||
|