13 Temmuz 2025, Pazar
saat: 04:37


7 Temmuz 2025 – Teksas, Gökgürültülü Bir Akşam

Bugün Teksas’ta gökyüzü kendi başına bir tiyatro sahnesi gibiydi. Güneşten eser yoktu, sabah saatlerinden beri havada o tanıdık basınç vardı: sanki doğa bir sır vermeye hazırlanıyor gibiydi. Ve nihayet öğleden sonra gökyüzü yarıldı; sağanak başladı. Şimşekler gökyüzünde kıvrılarak dans etti, ardından tok ve derin bir gök gürültüsü yayıldı etrafa.

Yağmur başlayınca dışarı çıkamadım ama içeride olmanın sıcaklığında öyle güzel bir şey vardı ki… Bugün kendime gerçek bir Southern brisket söyledim. Dumanı üstünde geldi. İçeriye yayılan o tütsülenmiş et kokusu, bir anda beni sanki 1920’lerin bir Güney evine ışınladı. Et yumuşacık, kenarları hafif yanmış, içi pembe… Yanında kremalı mısır, tatlı patates püresi… Her lokmada kalbim biraz daha yavaşladı sanki. Biraz ev yemeği, biraz da hikâye gibi geldi tabağımdaki.

Yemeği içerde, geniş ahşap bir masanın başında yedim. Pencereyi açık bıraktım, yağmurun sesi tabaktan daha iştah açıcıydı. Yemeğim bittiğinde, elime sıcak bir içecek alıp verandaya çıktım. İşte orası… günün en büyülü anıydı.

Veranda… O klasik, Güneyli evlerin geniş, beyaz sütunlu verandası. Yağmur önümüzdeki tarlaları dövüyordu; mısırlar rüzgârla eğiliyor, gökyüzü griyle koyu mavi arasında bir renkte kayboluyordu. Ahşap zemine çıplak ayakla bastım, soğuktu ama güzel bir soğuk. Biraz battaniyeme sarıldım, bir sallanan sandalyeye oturdum. Kendimi yalnız değil, tam tersi: her şeyin tam ortasında hissettim. Sanki gökyüzü benim için ağlıyordu, rüzgâr sadece beni serinletiyordu.

Bir süre hiç düşünmedim. Ne işlerimi, ne yarını, ne geçmişi. Sadece oradaydım. Gökyüzüne baka baka, arada iç geçirerek, sanki çocukken bir şeyi unutmuşum da yıllar sonra yeniden bulmuşum gibi…
Bugün kendimi bir romanın içinde hissettim. Güneyli bir kadının hikâyesinde, yağmurla yıkanan bir verandada geçen bir bölümdeydim.

Ve belki de bu yüzden… yağmur hiç geçmesin istedim.

8Temmuz 2025 – Teksas, Beklenmeyen Misafir

Bugün yağmur dindi. Ama hava hâlâ yumuşak, toprak kokusu hâlâ buram buram. Sabah uyandığımda pencereyi açtım, dün geceki fırtınadan geriye parlak, ıslak yapraklar ve serin bir rüzgâr kalmıştı. Gökyüzü hâlâ kapalıydı ama fırtına gitmişti sanki.

Kahvaltımı yine içeride yaptım, klasik Güney usulü: sıcak bisküviler, biraz reçel, biraz peynir. Sonra kendimi yine verandaya attım. Burası artık günün en sevdiğim köşesi. Bugün bir kitap aldım yanıma ama satırların arasına dalmakta zorlandım. Çünkü önümdeki dünya hâlâ çok canlıydı.

Sonra… bir ses duydum. Çakılların üzerinde yaklaşan lastik çizmelerin sesi. Dönüp baktım, mısır tarlasının kenarından bir adam geliyordu. Elinde bir kova, sırtında yağmurluk. Biraz ıslanmış ama yüzünde mahcup bir gülümseme vardı.

“Günaydın,” dedi. “Yağmurdan sonra birkaç kanal tıkanmış, kontrol ediyordum da…”

Gülümsedim. Teksas’ın güneyli kibarlığı işte bu. Herkesin bir bahanesi vardır yaklaşmak için ama aslında sohbet etmek isterler. Onun adı Jake’mış. Burada büyümüş. Çocukluğu bu evin hemen arkasındaki tarlalarda geçmiş. Şimdi bölgedeki su yollarını kontrol eden bir teknisyenmiş.

Bir süre ayakta konuştuk. Sonra ona biraz buzlu çay teklif ettim. Kabul etti. Ahşap verandada oturduk, yavaşça konuşmaya başladık. Yağmurlardan, etten, Güney mutfağından, çocukluktan… O bana burada büyümenin nasıl olduğunu anlattı, ben de ona neden her fırsatta böyle yerlere kaçtığımı.

Sanki hayat biraz yavaşladı yine. Ama bu sefer yalnız değilim diye daha da güzeldi.

Giderken, “Yarın yine uğrarım, istersen,” dedi.
Ben sadece başımı salladım. O da gülümsedi.
Sanki şimşeksiz ama daha aydınlık bir gün geldi.
Ve belki de… veranda artık sadece bana ait değil.

9 Temmuz 2025 – Teksas, Rüzgarlı Akşam

Bugün güneş kısa süreliğine de olsa yüzünü gösterdi. Dünkü gri gökyüzünden sonra sarı ışık evin her köşesine yayıldı. Ahşap verandanın çatısından süzülen ışık, yerde küçük altın lekeler bıraktı. Gökyüzü açık ama rüzgar sertti bugün; mısır tarlası koca bir deniz gibi dalgalanıyordu. Rüzgarın sesi yağmurun yerini almıştı, fısıltılı, kararlı, biraz da savruk…

Öğleden sonra verandada otururken uzaktan bir kamyon sesi duydum. Tanıdık geldi. Birazdan toz içinde bir pikap evin önüne yavaşça yanaştı. Jake’ti. Elinde kocaman bir kavanoz vardı.

“Annemin ev yapımı şeftali reçeli,” dedi gülerek. “Bu evi sevdiğini söyledin, ama bence bu tadı da seveceksin.”

Onu tekrar görmek tuhaf bir huzur verdi. Her şey sanki olması gerektiği gibi, zamanında oluyordu. Onun gelişi bile…
İçeri davet ettim, ama o yine verandaya göz kırptı. “Şu rüzgârın sesi içeriden daha iyi,” dedi. Haklıydı. Rüzgâr bazen şarkı gibi, bazen bir sır gibi esiyordu.

Birlikte oturduk, çay koydum, yanında biraz bisküvi… Reçelin kapağını açtığında içeriden yayılan o yaz meyvesi kokusu bana çocukluğumu hatırlattı. Sanki Ege’de bir yaz sabahında, anneannemin mutfağındaydım.

Jake bana eski günlerinden bahsetti yine. Bu evin karşısındaki tepeye çocukken bisikletle çıktığını, orada yıldızlara baktığını anlattı. Ben de ona, bazen bir yere ait hissetmenin zamanla değil, anlarla ilgili olduğunu söyledim. O an bir yerlere ait hissediyordum. Bu verandaya, bu sandalyeye, bu rüzgâra… ve galiba Jake’in sesine.

Bir süre sustuk. Rüzgâr konuştu bizim yerimize.
Ve sonra bir şey oldu. Sessizce elini uzattı, parmak uçlarımız birbirine değdi.
Ne aceleci ne de çekingen… sadece oradaydı.
Doğal. Sakin. Güneyli.

Bugün fark ettim. Bu evde ilk kez bir başıma hissetmedim.
Ve belki de bu, yağmurdan daha güçlü bir şeydi.

10 Temmuz 2025 – Teksas, Göl, Ege ve Yıldızlar

Sabah gözümü açtığımda gökyüzü tertemizdi. O fırtınalı günlerden geriye kalan sadece toprak kokusu ve verandadaki birkaç çamur lekesiydi. Hava tam kararında sıcak – tenine değince insanı sarıyor ama yakmıyor. Gömleğimi giydim, saçımı toplamadan çıktım dışarı. Sandalyemde hâlâ battaniyem vardı, sanki dün geceden beri beni bekliyordu.

Kahvemi içerken Jake geldi. Elinde bir piknik sepeti vardı. “Bugün göle gidelim mi?” dedi. “Buradan biraz yürüyüş mesafesinde, fazla kimse bilmez.”
Gülümsedim. “Ben de Ege’den göle benzer bir koy anlatırım sana,” dedim. “Sessiz, taşlı, tuzlu…”
“Anlaştık,” dedi.

Yola çıktık. Mısır tarlalarının arasından yürüdük. Arada çitlerin üzerinden atladık. Rüzgar saçımı uçurdu, Jake bana dönüp, “Senin hikayelerinde hep rüzgar var mı?” diye sordu. “Hep,” dedim. “Rüzgar taşıyor beni, bazen bir koydan Teksas’a, bazen bir yüz ifadesinden çocukluğuma.”
“Ben de bugün rüzgarla geldim,” dedi.

Göl, ağaçların arasında saklıydı. Su yeşile çalıyordu, sanki zaman durmuştu burada. Serin ve sessizdi. Kuş seslerinden başka bir şey yoktu. Battaniyeyi serdik, Jake sepeti açtı. İçinde mısır ekmeği, biraz peynir, birkaç tane şeftali… ve ev yapımı limonata.
Yemek boyunca ona Ege’yi anlattım. Samos’u görebildiğin sahil kasabalarını, zeytin ağaçlarının rüzgarla fısıldaşmasını, tuz kokusunu, sabahları erken uyanan kadınların kapı önünde süpürdüğü taş sokakları…
Jake gözlerini kapatıp hayal etti. “Bir gün götür beni oraya,” dedi. “Gözlerimi kapatıp anlatmanı değil, kendi gözlerimle görmeyi isterim.”
Bir şey diyemedim. İçim doldu. Ama güzel doldu.

Akşam dönerken yavaş yürüdük. Güneş gölün üzerinden batıyordu.
Verandaya vardığımızda hava serinlemişti. Jake gitti ama sonra mesaj attı:
“Bu gece verandada yıldızları izlemek ister misin?”
Elbette istedim.

Saat 10 gibi yeniden geldi. Yanına iki battaniye ve eski bir teleskop getirmiş. Yıldızlar çıplak gözle bile büyüleyiciydi ama teleskopla bakınca başka bir evrene geçmiş gibi oldum.
Bir süre hiç konuşmadık.
Sonra Jake fısıltıyla dedi ki:
“Seninle sustuğum anlar bile çok şey anlatıyor.”

Bu gece… yıldızlar başka türlü parladı.
Ve ben ilk defa… birine Ege’yi anlatırken oraya geri dönmek istemedim.
Çünkü artık başka bir hikâyenin içindeydim.


11 Temmuz 2025 – Müzik, Sessizlik ve Vedaya Doğru

Bugün her şey biraz daha ağır aktı. Sabah uyandığımda fark ettim… bu evde geçirdiğim günler azalıyor. Yağmurun uğultusu, verandadaki o sallanan sandalyenin gıcırtısı, mısır tarlasının arasındaki esintiler… hepsi birer hatıraya dönüşmeye başlıyor.

Ama bugün üzülmemeye karar verdim. Çünkü hâlâ buradayım. Hâlâ verandadayım. Ve hâlâ Jake var.

Öğleden sonra geldi, elinde küçük, eski bir pikap ve birkaç plakla.
“Annemin çatı katından topladım,” dedi. “Biri Patsy Cline, biri Johnny Cash… Bir de seni bilmem ama ben Nina Simone’u yağmurda dinlemeyi severim.”
Beni bildiğini düşündüğü kadar biliyordu işte.

Pikabı verandanın köşesine kurdu. Eski bir hoparlör kablosu biraz uğraştırdı ama sonunda Nina Simone o kalın sesiyle içimize doldu:
“Feeling Good.”

O an, başka hiçbir şeyin önemi kalmadı.
Rüzgâr Nina’yla dans etti, Jake’in parmakları verandanın ahşabına vurdu ritimle, ben de gözlerimi kapatıp başımı yavaşça sağa sola salladım.
Kahkahalar geldi sonra, saçma bir şarkıya uydurulmuş dans figürleri… Jake’in komik taklitleri, benim gözümden yaş gelene kadar gülmem.

Ve sonra güneş battı. Hava yavaşça karardı.
Birlikte verandada yere uzandık, battaniyeye sarıldık. Konuşmadık bu defa.
Konuşacak bir şey kalmamış gibiydi — ya da belki her şey çoktan söylenmişti.
Sadece sessizlik vardı. Ve içimizde taşıdığımız o sessiz anlaşma.

Sonra ben hafifçe fısıldadım:
“Yarın gidiyorum.”
Jake başını çevirmedi. Sadece elimi sıktı. “Biliyorum,” dedi.
Uzun bir sessizlik daha oldu. Sonra aramızdaki boşluğa şunu bıraktı:
“Beni burada unutma diye uğraştım hep. Ama şimdi fark ettim…
…ben seni burada hatırlamak istiyorum.”

Bu gece verandadan eve dönmek zor geldi.
Ama her hikâyenin bir sayfası kapanır, bir diğeri açılır.
Ve ben bu hikâyeyi, her satırını ezberleyerek kapatacağım.

12 Temmuz 2025 – Açık Kalan Kapılar

Sabah erkenden uyandım. Gün, her zamanki gibi başlamıştı: verandadaki sandalyeler yerli yerindeydi, pikap örtülmüştü, kahve kokusu mutfağa hâkimdi. Ama bu kez farklıydı. Bu sabah vedaya hazırlanıyordu.

Evi son bir kez dolaştım. Parmak uçlarım o eski ahşap duvarlara değdi, gözüm pencerelerin dışındaki tarlalarda gezindi. Yağmurdan sonra yeşeren yapraklar, verandanın köşesindeki küçük çatlak, sallanan sandalyenin boynundaki eski yastık… Hepsi bana kısa sürede tanıdık olmuştu.
Hepsi… bana bir şey söyledi bugün:
“Bizi tamamen bırakma.”

Jake erken gelmedi. Belki de bilerek. Belki de ayrılığı kolaylaştırmak istiyordu. Ya da… zorlaştırmak istemiyordu.
Ama tam kapıdan çıkarken verandada bir şey gördüm.
Küçük bir not. Ve onun el yazısıyla tek bir cümle:

“Sen gidersen burası sessizleşir — ama kapıyı aralık bırakıyorum. Dönmek istersen, sesini yine buradan duymak isterim.”

Gülümsedim.
Ne bir sarılma vardı, ne bir veda konuşması…
Ama her şey söylenmişti.
Kalbimde bir sıcaklık, çantamda o küçük notla çıktım yola.

Arabaya binerken arkamı dönüp baktım.
Verandanın kapısı hafif aralıktı.
Rüzgar içeri girip çıkıyordu.
Ve ben biliyordum:
O kapı açık kalacak.
Tıpkı bu hikâye gibi.

C.


istanbul